Geçen seneden beri ülkemizi dünyaya tanıtacak bir sosyal sorumluluk projesi üzerinde çalışıyorum; birkaç aya projemizi hayata geçireceğiz. İnsanlığın ve dinin doğduğu yer olarak kabul edilen, dünyanın ilk tapınağı Türkiye’de, Urfa’ya 18 km mesafede Göbeklitepe’de keşfedildi. Ben de ödevini her zaman iyi yapan sorumlu biri olarak dünyadaki diğer tapınakları da araştırmaya koyuldum. Göbeklitepe bulunana kadar en eski tapınaklar hangileriydi? Sırasıyla, Malta’daki Ggantija Tapınakları, İngiltere’deki Stonehenge ve Mısır’daki Piramitler. Mısır ve İngiltere’yi birkaç kez ziyaret ettim. Geriye Malta’daki M.Ö. 3500’lerde inşa edilen Ggantija’yı görmek kalıyordu. Ve işte Malta maceram böyle başladı…
İlk olarak internetten uçak saatlerine baktım; Air Malta’nın Türk Hava Yolları ile ortak uçuşları var; ama uçuşlar nadiren olduğu için- haftada 2 kez- sadece tapınakları görüp dönemem; dolu dolu 4 gün adada kalmam gerekiyor. Perşembe sabahı uçup pazartesi -deyim yerindeyse- sabahın köründe dönüşüm.
Yine internetten otellere bakıyorum; Malta Adası ve asıl tapınağın bulunduğu Gozo Adası’nda ayrı ayrı rezervasyonları yapıyorum. Sahil kenarındaki otellerin oda fiyatları, yüksek sezon olmadığı için, nispeten uygun.
Seyahatim öncesi bir gazeteci olarak Malta Turizm Bakanlığı’nı ziyaretimle ilgili e-mail yoluyla bilgilendiriyorum; tapınaklarla ilgili bilgi almak istediğimi belirtiyorum. Uçak, otel, yemek tüm masraflarımı kendim karşıladığım gezime özel rehber ve şehirlerarası transfer sağlayacaklarını belirtiyorlar.
Sabah trafiğine takılıp Atatürk Havalimanı’na son anda yetişip THY kontuarına check-in yaptırmaya gidiyorum; “böyle bir uçuş yok” diye önce beni korkutuyorlar; internetten online check-in de yaptırmadı sistem. Meğerse ortak uçuş olmasına rağmen check-in kontuarı başkaymış ve THY kayıtlarında görünmüyormuş. Koştura koştura uçağa yetişiyorum. Koşarken bir anlığına durup köşedeki tezgahtan – hiç yeme içme tarzım olmasa da- kahve ve poğaça alıyorum; satış elemanı “aa siz ne kadar zayıfmışsınız!” çığlığı atıyor. “Bunları yemediğim için böyle zayıfım” diyor, gülerek koşmama devam ediyorum.
Air Malta uçağında yerimi alıyorum. İyi ki yağlı ve kalorili olsa da kendi taze poğaçamı almışım; çünkü uçaktaki ikram felaket! Dış görüntüsü fazla şekerli, donmuş yağlı, kötü ambalajlı duran bir takım kek çeşitleri plastik ve kağıt tepsilerde dağıtılıyor. “Gözünü sevdiğim Türk Hava Yolları ikramlarım” diye hayıflanıyorum.
2 saat 20 dakikalık, benim için kısa sayılan bir uçuşla, Malta’ya iniyoruz. Dalıp yanlış kuyruğa girmişim; benim EU vatandaşları sırası hızlı hızlı geçerken sıra bana geldiğinde polis memurunun hatırlatmasıyla daha yavaş ilerleyen ‘diğer pasaportlar’ kuyruğuna giriyorum. Pasaport kontrolünden sonra valizimi alıp çıkıyorum. Elinde kağıtla beni karşılayan birine bakınıyorum ama yok. İlerdeki Turizm Ofisi’ne girip soruyorum. E-mailde yazıştığım Bakanlık Tanıtma görevlisini cebinden arıyorum. “Biz sizi karşılamayacaktık, ara transferlerinizi yapacaktık” diyor. Onun yerine karşılasalardı daha rahat olurdu halbuki. O kadar sık seyahat etmekle beraber ‘hazır alacak biri var’ diye ben de araştırmadan gelmişim. Havalimanından diğer adaya nasıl geçilir, orada sahildeki otelime nasıl gidilir; bir an panikliyorum. Yorgunluğumdan, yolu kestirememekten, üşengeçliğimden biraz sinir oluyorum.
Sağolsunlar bu durumu anlattığımda iyi anlıyorlar ki şoförlü bir araç organize edip kısa sürede havaalanına yolluyorlar. Ülkede mesafeler kısa, ne rahat. Koca İstanbul trafiğinde böyle bir hızı düşünemiyorum.
Malta, Akdeniz’ in ortasında, dünyanın en korunaklı doğal limanlarına sahip, ılıman iklimli küçük bir ada ülkesi. İklim insanlarına da yansımış, gayet sıcak ve yardımseverler.
45 dakikalık bir araba yolculuğuyla –taksi ile 33 Euro imiş – feribotların kalktığı limana geliyoruz. 45 dakikada bir kalkan feribota elimde hiç bilet olmadan valizimle biniyorum. Kafeterya kısmında masa ve sandalyelere doğru yöneliyorum. Karnım acıktığı için bir şeyler yemek üzere tezgaha bakıyorum ama hiçbir şey bulamıyorum; yağlı, tuzlu, şekerli fast- food bir dolu zararlı sahte yiyecek. Zaten Malta seyahatim boyunca yanlış beslenmenin ve hareketsizliğin halkı nasıl şişmanlattığına gözlerime şahit olacağım. Neyse ki çantamı karıştırıyorum; hurma ve fındık buluyorum, oh çok şükür.
25 dakikada Gozo Adası’na varıyoruz. Burada genç bir kadın şoför beni karşılıyor. Herkes çok iyi İngilizce konuşuyor. Bugünkü bağımsız Malta Cumhuriyeti 1964’ te kuruluncaya kadar adaların son hakimi olan İngilizler ülkenin trafik, hukuk ve eğitim sistemlerini kazandırmışlar. Zaten ABD ve İngiltere’den sonra buranın dil okulları meşhur. Ayrıca trafiğin de İngiltere’deki gibi soldan aktığını hatırlatayım.
20 dakikalık bir araba yolculuğuyla da feribotla güneyine yanaştığımız küçük Gozo Adası’nın kuzey ucundaki sahile varıyoruz. Otelim 4 yıldızlı Calypso, Marsalforn Koyu’nda. Sakin, instagram’a yüklediğim fotoğrafına “Çınarcık’tan hallice” yorumu aldığım mütevazı bir yer. Bana da Fransa’nın St.Tropez’nin gelişmemiş hali gibi geldi. Hediyelik eşya dükkanlarını geziyorum, güzel kireç taşından objeler alıyorum. Bir İtalyan ailenin işlettiği trattoria’da akşam yemeğimi yiyip otelime çekiliyorum.
Ertesi sabah Malta Turizm Ofisi’nden bir rehber geliyor. Orta yaşlı rehberimin adı ‘Regina’; “benim de adım Türkçe’de ‘Kraliçe’ demek, yani ‘Regina’” diyorum adaşıma.
Çok heyecanlıyım, çünkü ilk durağımız, Göbeklitepe bulunana kadar dünyanın ilk tapınağı olarak gösterilen, yeryüzünün en eski, tek başına ayakta durabilen abideleri olarak nitelendirilen Ggantija Temples.
Otelimden 15 dakika kadar mesafe gidiyoruz ki tarihin ortasına varmışız. 7.000 sene öncesindeyiz… Biletimizi göstererek giriş kapısından geçiyoruz. Bu tapınakların ziyaretçiler tarafından daha güvenle gezilebilmesi için yürüme yolları yapımını Vodafone üstlenmiş. Yanyana iki Neolitik tapınak; bilmeyene sadece kocaman taşlar. Üzerlerinde hikaye çıkarılabilecek fazla sembol de yok. Sadece o zamanın ‘olmayan teknolojisinde’ bu dev taşlar buraya nasıl taşınmış sorusunun gizemi. Zaten bu yüzden de tapınağa ‘dev’ anlamında, İngilizce ‘giant’den gelen ‘Ggantija’ adı verilmiş.
Merkezi bir orta taş kapıdan geçerek hemen içerideki genel alana ulaşıyorsunuz. Zamanında ne ritüeller ve törenler yapılmıştır burada, diye düşlere dalıyorum. Biraz daha içeriye devam edince muhtemel dini reislerinin konumlandırıldığı alana geçiyorum; burada rehberimden fotoğrafımı çekmesini rica ediyorum. Tapınaktan ayrılırken rehberimden müsaade isteyip tekrar içeri dönüyorum ve duamı ediyorum. Yıllardır bir geleneğim vardır; dünyanın neresinde olursam olayım girdiğim her tapınakta, her kilisede, her sinagogda, tabii her camide önce niyetimi söyler sonra Al-Fatiha okurum. Burada, hazır yalnızken, yüksek sesle okuyarak ruhumu rahatlattım.
Yoğun iş tempomda zamanımı planlayıp, uçaklara atlayıp buralara gelmemin asıl sebebi gerçekleşmiş oldu. Artık serbestçe gezebilirim. Üstelik şimdi gideceğimiz yer çok da keyifli ve doğal bir ortam; bir keçi çiftliğine gidiyoruz.
Benim kadar sağlıklı yaşama düşkün biri için çiftlik biçilmiş kaftan; hatta uzunca bir süredir “inek sütü yerine keçi sütü için” diyen biri olarak Bakanlık beni daha uygun bir yere götüremezdi. Çiftlik kapısından içeri girer girmez bizi bir sürü keçi, koyun ve çiftlik sahibi Bay Rikkardu karşılıyor. Bir an önce aralarına karışmak istiyorum. Çok tatlılar. Bir şey yapmayacaklarından emin olunca dalıyorum aralarına. Arada bir dişleriyle pantolonumu çekiştiren yaramaz keçiler olsa da iyi anlaşıyoruz. Rikkardu bana keçi sağmayı öğretiyor. Ellerim onun gibi bu işe alışık olmadığı için başta zorlanıyorum ama kısa bir süre sonra ben de bir sol bir sağ memeden süt yağma becerisini yakalıyorum. Sağdığımız sütleri bir biberona doldurup bu kez de yavru keçileri besliyorum; ne hoş duygular…
Öğlen de Gozo’nun başkenti olan ve adanın tam ortasında yer alan Victoria’ya (eski adıyla Rabat) geçiyoruz. Katedralin hemen yanında Rikkardu’nun restoranı var. Burada da önce mutfakta keçi sütünden nasıl peynir yapıldığını izliyorum. Sonra da restoran kısmına geçip afiyetle yemekleri yiyorum.
Akşam tekrar feribotla ana adaya geçiyorum; Malta’dayım. Başkent Valetta’daki otelimde; 5 yıldızlı Excelsior Oteli’ndeyim. Merkeze yürüme mesafesinde iyi bir seçim. Nasıl bir yorgunluk çökmüşse akşamüstü odamdaki yatağa uzanmamla uyuya kalmam ve ertesi sabah uyanmam bir oluyor; tam 12 saat uyumuşum! Tapınak gezdiğim zamanlar üzerime böyle ilginç bir ağırlık çöktüğüne çok şahit olmuşumdur; yine şaşırtmadı.
Ertesi sabah erkenden koşuya çıktım; yeni bir şehri keşfetmenin en sağlıklı yollarından biridir. Otelden başlayıp kulağımda iPod ile sahile inmem, kıvrımlı sahil şeridini dolanarak 12 km koşmam 1,5 saatimi aldı. Valetta’yı sevdim; devamındaki daha hareketli olan Sliema’yı da sevdim. Duş alıp otelden yürüyerek araç girmeyen, bir nevi bizim İstiklal Caddesi olan, Republic Street’e gittim. Dükkanları dolaşarak, cafelerde oturarak havanın keyfini bu turistik ortamda çıkardım.
Ertesi gün bana yeni bir rehber hanım eşlik etti. Barrakka Bahçeleri’ne giderek eski şehri ve limanı tepeden görme fırsatımız oldu. Sonra özel bir gözlük takılarak büyük bir ekranda izlenen ‘Malta 5D’ filmini deneyimledim. 20 dakikada Malta’yı anlatan bol animasyonlu filmde, 1565 yılında Osmanlı donanmasının meşhur Malta Kuşatması da epeyce anlatılıyordu. St.Jean Şövalyeleri’nin adayı nasıl savundukları kahramanca aktarılıyor. Osmanlı ordusu gösterilirken bir an dalgalanan kırmızı beyaz ay yıldızlı Türk bayrağının uçurulması esnasında “my flag” (=bayrağım) diye haykırmamı durduramadım.
Filmden çıkıp binadan tam ayrılırken gözüm duvardaki bir tabloya ilişti. Tabloya doğru yürüdüm, ilk görüşte etkilenme! Sanatın ruhu ve gözü nasıl beslediğini hisseden biri olarak adeta o tabloya çekildim. Üzerinde tapınak resmi ve birçok tapınakta bulunan, yaşam ve sonsuzluğu simgeleyen ‘spiral’ sembolünü görmem tabloya sahip olma isteğimin ateşlenmesi için yetti. Çok şanslıydım ki tablo satılıkmış; yanında fiyatı yazıyordu. Sanatçıyı aramalarını rica ettim; telefonda kendisine tablodan neden etkilendiğimi söyledim; çok memnun oldu ve hatta ufak da bir indirim yaptı.
Öğle yemeğimizi 1800’lü yıllardan beri faaliyette olan şirin, Barok mimariye sahip cafe restoranda yedik; Caffe Cordina.
Malta, tarih öncesi çağlardan beri çeşitli kültürlere ait yerleşimlere sahne olduğundan o küçük yüzölçümünden beklenmeyen tarihi zenginliğe sahip bir ülke. Ülkenin çoğu yeri film seti gibi; otantik… Bize ait olsa da ve bizim ülkemizde çekilmesi daha uygun olsa da Truva’nın burada çekilmesini, Münih filmini, Temel Reis için kurulan köyü anlayabiliyorum. Adaya hakim doğal bir renk var; toprak rengiyle sarı arası. Evlerin renkli ferforjedemir parmaklıkları dikkat çekiyor.
Bir sonraki durağımız yine tapınaklardı. Adadaki diğer tapınaklar, Mnajdra, Hagar Qim ve Tarxien Tapınaklarını’da gezdim. Hava sıcak olduğu için iki tapınak arasında 500 metre olan eğimli bir mesafeyi yürümek zaman zaman yorucu oldu.
İlk yerlilerinin yaptığı bu taştan tapınaklar ve yeraltı mezar kompleksleri bizleri insanoğlunun çok eski zamanlarına götürüyor. Ama yine de altını çizerek önemle hatırlatıyorum: Medeniyet Anadolu’da kuruldu. Ortadoğu’da Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge, yani Mezopotamya medeniyetlerin beşiği olarak boşuna adlandırılmamıştır. İşte Göbeklitepe de Neolitik dönemde Mezopotamya’da göze çarpan yerleşim bölgesiydi.
Özetle; Malta bana iyi geldi. Tek başıma bir kültür gezisi yaptım. Küçük bir ada; birkaç günde sevimli bir tatille her şeyi görebilirsiniz. Üstelik döndükten sonra öğrendim ki Türk Hava Yolları çok yakında Malta’ya direkt seferlere başlıyormuş; bana kısmet olmadı, bari siz keyfini çıkarın.
Bu gezide de ruhumun derinliklerinde dolaştım. Her fiziki yolculuk aslında içimize yaptığımız da bir yolculuk…