Üç sene önce turist olarak gittiğim Nepal’de, Himalayalar’da geçirdiğim birkaç günün etkisi beni hiç bırakmadı. Sadece kısa bir trekking yapıp döndüğüm, tadı damağımda kalan bir seyahatti. Kendimi adeta enerjisi yüksek, doğası muhteşem bir cennette hissetmiştim. Ve oradan göğsümde kelebekler uçuşurcasına «yarım hissediyorum; buraya tekrar gelmeliyim» hissiyle ayrılmıştım.
O sırada Nepal’de tesadüfen tanıdığım saygın bir aileye Everest’ten nasıl etkilendiğimi anlatıyordum ki, kuzenlerinin Everest Maratonu’nu organize ettiğini öğrendim. O kişi sosyal medyamı inceleyip benimle irtibata geçti; 14 yıldan yapılan uluslararası bu önemli yarışa hiç Türk katılmadığını söyledi.
Bu deneyimi yaşamak istedim ama o sırada kendimi hiç hazır hissetmiyordum. Çok zor bir yarıştan bahsediyorduk.
Son birkaç yılda artan koşu performansım ve doğanın içinde olmanın verdiği büyük heyecan beni bu yıl yarışa hazır hissettirdi. Düz yol koşularında 10 km’yi hızlı koşuyor ve dereceler alıyordum ama arazi koşularında fazla deneyimim yoktu. Likya, Kapadokya ve Bodrum’da koşmuştum.
Nihayet yarıştan altı ay önce, sağlık raporumla birlikte, kaydımı yaptırdım.
Hazırlık süreci
Sadece Everest Maratonu’na odaklanıp hazırlansam iyi olurdu. Fakat süregelen işlerim, projelerim, yeni spor markam fit21, sunuculuklarım ile beraber böylesine zorlu bir maceraya hazırlanmak beni yordu. Kafamda aynı anda bir sürü konuyu düşünmek beni zorlamaya başladı. Yine de antrenmanlarımı el verdiğince aksatmadım. Kondisyonum yıllardır iyi olduğu için altyapım hazırdı.
Deniz seviyesinde şehirde yaşarken ne kadar antrenman yaparsan yap o kadar yüksek irtifaya hazırlanmak aynı şey olmuyor. Mutlaka dağda günlerce kalman ve yavaş yavaş tırmanışlarla yükseğe çıkman gerekiyor. Fizyolojik bir uyum süreci var ve mutlaka o süreyi dağda geçirmen lazım. Yoksa hastalanırsın hatta ölebilirsin de.
Yine de İstanbul’dayken fitness, pilates ve yoga antrenmanlarımı düzenli yaptım. Birkaç ay bacak kaslarımı güçlendirmeye yönelik egzersizler yaptım. Oksijeni azaltılmış özel hipoksi odasına girerek koşu bandında koştum.
Bir şekilde iç sesim bana güven veriyordu. Zor ama başarırsın, dedi hep. O kadar kontrolcü biriyim ki biraz akışa bırakmak da istedim.
Bu zor uluslararası yarışa Nepalliler kadar tüm dünyadan iyi sporcular ve ultra trail maratoncular katılıyor. Kendimi yarı profesyonel görüyordum. Fit bir vücudum var; sağlıklıyım ve dengeli besleniyorum ama deneyim de fena olmazdı.
Her şeyim hazırdı; kaydım, çoktan yatırdığım ücretler, sağlık ve seyahat sigortalarım, kameraman arkadaşım, ürün sponsorlarım; gitmeme kısa bir süre kala bu dikkat çekici yarışta ki ilk Türk olduğumu öğrenen Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Herkes İçin Spor Federasyonu beni destekleme kararı aldı.
Ve Nepal
Önce İstanbul’dan Katmandu’ya 7.5 saat uçtum. Sonra’da Lukla’ya. Nepal’in havası sisli, rüzgarlı olduğu ve anlık değişimler gösterebildiği için buraya uçuşlar çoğunlukla rötarlı oluyor. İki-üç saatlik rötarlardan bahsetmiyorum, tüm gün uçuşlar iptal edilebiliyor. Giderken bir gün, dönüşte de iki gün rötar yedim.
Bu maraton yüzünden işlerime üç hafta ara vermek zorunda kaldım. Sonuçta yüksek irtifaya alışmak için bu süreyi dağda geçirmemiz gerekiyordu.
Katmandu’dan 20 kişilik küçük iç hat uçuşuyla yarım saat süren ama bir gün rötarla, Everest’e tırmanmaya gelmiş dağcıların ilk vardıkları nokta olan Lukla Havaalanı’na uçtuk. Dünyanın en ağır meteorolojik ve coğrafi koşullarına sahip havaalanı Lukla (pist sadece 350 metre!) dünyanın en tehlikeli havaalanı olarak geçiyor. Dağların arasından bir boğazdan geçerek 2.900 metre yükseklikteki kısacık piste iniliyor. Dünyanın en yüksek sıradağları olan görkemli Himalayaları ve gökyüzünü epey yakından görmek müthiş; bulutların üzerindeyim hissini tam anlamıyla yaşadım.
Çoğunluk Nepalliler olmakla beraber dünyanın çeşitli ülkelerinden, daha çok Uzakdoğu’dan, Avustralya’dan ve Amerika’dan katılan 200 spor sever vardı. Profesyonel sporcular, ironmanler, ultra maratoncular vardı. Bizim küçük grubumuz da 20 kişiydik; hep aynı grupla hareket ettik. Öyle bir yol arkadaşlığı edindik ki hayat boyu unutamayız.
29 Mayıs 1953’te Everest’e çıkan ilk kişiler Tenzing ve Hillary anısına 2003’den beri her yıl yapılan yarışa bu yıl ilk katılan Türk oldum.
Everest’te yüksek rakıma, az oksijene ve düşük hava basıncına alışmak ve yokuş yukarı yürüyüşlerle o yüksekliğe çıkmak için uzun süre dağda kalınması gerekiyor. Günde ortalama 5 saat yürüyüş yaptık.
Dayanıklılık sınavı!
Sıralamanın çok da önemli olmadığı, yarışı bitirebilmenin bile önemli bir başarı sayıldığı, sadece yarış start noktasına varmak için 15 gün her gün saatlerce ve kilometlerce tırmanışlı yürüyüşler yaptığın çok zor bir dayanıklılık süreci yaşanılan bir yarış. Everest Dağı’nda kaldığım süreçte toplam 120 km yürüdüm!
5.364 metredeki Everest Ana Kampı’na kadar çıktıktan sonra – ki o da ayrı bir heyecan- yarış günü de durmaksızın tırmandık, indik, koştuk.
Dünyanın en yüksek zirvesi 8.848 metrelik Everest Dağı’nı uzaktan endamıyla görmek için bile belirli bir yüksekliğe kadar gitmeniz gerekiyor. Yükseğe çıktıkça azalan oksijene ve hava basıncına alışmak için 5.364 metredeki ‘Everest Base Camp’ zirve denemesi yapacak dağcıların son dinlenme yeri. 2.800 metredeki Lukla Havaalanı’ndan buraya çıkıp inmek sadece 15 gün sürüyor.
Olağanüstü dağ ve doğa manzaraları, renkli dua bayraklarıyla küçük tapınaklar, birkaç kilometrede bir mola verebileceğiniz kafemsi mekanlar beni büyüledi… Aşağısı ürkütücü görünen 100 metre yüksekteki sallanan köprülerden geçmek benim için ayrı bir heyecandı çünkü yükseklik korkum var.
Bu yüksekliklerde bir risk vardır; kısaca AMS denilen (Acute Mountain Sickness) yani akut dağ hastalığı yüksek rakımda oksijen azlığından dolayı vücudun değişen nefes ve nabza verdiği hastalık tepkisi. Kişiden kişiye değişmekle beraber genelde 2.500-3.000 metreden sonra insanlar tepki vermeye başlıyor. Fizyolojik olarak o yükseklikte azalan oksijene adapte olmak gerekiyor. Vücudunu çok iyi izlemen gerekiyor, yüksek irtifa hiç yabana atılacak bir şey değil! Sadece hastalanmakla kalınmıyor; Allah korusun ölebiliyorsunuz da! Ki maalesef bu seneki yarışa katılanlar arasında bir Kanadalı kadın ciğerlerinin ödem yapması üzerine vefat etti.
Dağdaki ilkel şartlar günlük konforlu hayatlarımızdan çok farklı ve zor. Bence kadın olarak oradaki şartlarımız erkeklere göre daha da zor. Tırnağımız daha çabuk uzuyor, kaşımız çıkıyor, saçlarımız uzun olduğu için yıkanması gerek… Dört günde bir duş alabildim ve sıcak su için ekstra para verip damla gibi aksa da şükrettim.
İki kere ateşlendim ama çok şükür kusmadım. Akut dağ hastalığının semptomlarını göstermeye başladığım an zaten doktor solunum ilacını iki katına çıkarttı. Yüksek irtifada en korkulan şey, akut dağ hastalığı. Bu hastalığın dereceleri oluyor; bulantı, iştahsızlık, halsizlik, baş ağrısıyla başlayan temel semptomları yaşadım ama ileriye gitmedi. Sonrasında ciğerler ödem yapıyor, su topluyor. İşte dağda hayatını kaybedenler bu ikinci kademeye geçenler oluyor.
Bol sıvı almalısın ve sürekli hidrasyonunu sağlamalısın. Deniz seviyesinde oksijen oranı 100 ise 5.364 metredeki ana kampta yüzde 50’lere düşüyor. Adım attığında dahi yoruluyorsun, her şey ağırlaşıyor.
Çoğunlukla vetejeryan bir şekilde beslendik. Everest Dağı’nda kaldığım müddette hiç et yemedim. O kadar yüksek irtifada, daracık patikalarda bir hayvanın kesilip, etlerinin taşınması, soğuk zincirde saklanması pek mümkün olmadığından etin bozulması olası. Aslında et yenmesinin önerilmemesinin bir başka etken sebebi de dini inanış. Nepal’in geneli kırmızı etin pek yenmediği bir ülke; reenkarnasyona inanıldığı için inek ve maymun kutsal hayvanlar.
Mercimek çorbası ve haşlanmış sebzelerden protein almaya çalışıyorduk. Yumurta vardı neyse ki. Bol bol karbonhidrat ve yulaf yedik. İlk hafta iki kilo aldım, enerji gerektiren ne varsa korkusuzca yedim. Sonra üç kilo verdim yani Türkiye’ye bir kilo vermiş olarak döndüm. Yanımda kuru et, badem, ceviz, fındık ve hurma götürdüm. Medikal kitim ise neredeyse 2 kiloydu. C vitamininden balık yağına, magnezyumdan burun spreyine kadar ayaklı eczane gibiydim. Grupta yanımızda bir doktor bulunmasına rağmen çantamızdakilerin çoğu zorunlu malzemeydi zaten.
İlk Türk!
Parkurunda en yüksek irtifaya ulaşılan yarış olma özelliğine sahip bu yarışta üç kategori var. Ultra, maraton ve yarı maraton. 60 km’lik ultra maratona sadece 10 kişi katılırken benim yarıştığım yarı maratona 24 kişi katıldı. 15 yıldır yapılan yarışta Türkiye’den ilk ben vardım.
Yarış günü hepimiz hastaydık. Gündüzleri değişken havaya rağmen (bir yağmur, bir güneş, bir sert rüzgar, bir sis) geceleri eksi 1o derecede bir kulübede veya çadırda uyku tulumunun içinde uyumak çok keyifsizdi. Ve hepimizi hasta etti. Yüksek irtitafın verdiği zorlukla birleşince hepimiz iyileşmek ve güç toplamak için ilaç ve vitamin kullanıyorduk.
Dağda internet çok kısıtlıydı; her gün vardığımız yeni kampta satın aldığımız wifi kartıyla yarım saatliğine bakabiliyorduk. Aileme iyi olduğumu haber verdikten sonra sosyal medyada gelen yorumlara bakıyordum. Yorumlarda özellikle kadınlardan ülkemi temsil ettiğim için o kadar büyük destek gördüm ki sanırım bu sayede yarışa başladığımda hastalığımı unutup iyi koştum. Sırtımda Türk bayrağı olunca üzerimde sorumluluk hissettim. Normalde beş-altı saatte bitiririm diye gitmiştim ama 3 saat 48 dakikada tamamladım. O zor parkurda kendime hep şu cümleyi söyledim: “Acı geçici, başarı kalıcı!”
5.000 metrelerde oksijen oranı yüzde 50’lere kadar indiği için bir adım atmak bile zordur; nefes nefese kalırsın. Biz o yükseklikte yarıştık. Dayanıklılık hızdan daha önemliydi. Buna rağmen var gücümle yarıştım ve iyi bir dereceyle Kadınlar’da 4.oldum.
O dört saat boyunca kendime hep şöyle dedim: “Ece, tamam çok zorlanıyorsun, kalbin sıkışıyor, bacakların kötü durumda ama geçecek.” Sürekli burnum aktı, tüm maratonu mendillerle tamamladım.
Nepal enteresan bir coğrafya; Himalayalar’da da düz alan neredeyse yok; hep iniş çıkış. Yarışta yarı maraton kategorisinde rakım olarak 4.400 metreden 3.400’e indik. İnişli çıkışlı ve çok dik kayalıkların olduğu zor bir parkur!
Kendimle ilgili bir şeyi daha iyi anladım; bir şeyi gerçekten istersem ve kendime inanırsam başladığım işi bitirebiliyorum. Ben de hastalandım, ateşlendim, boğazım burnum acıdı ama dayandım. Hep kendime ‘dayan’ dedim. Kararlı devam ettim. Yılmadım.
21’in anlamı
Kıyafet sponsorum Mammut’un teknik kıyafetlerinin yanı sıra kendi tasarladığım fit21 by Ece Vahapoğlu taytlarımdan da giydim. Bu sene için iki hayalim vardı. Biri Everest Maratonu’na katılan ilk Türk olmak; diğeri de kendi spor markamı çıkarmaktı. Fit21 markam çıktı. İkisini de bu yıl başarıyla gerçekleştirdim çok şükür. Hatta fit21 taytlarımı Everest’te giyerek keyfimi iki katına çıkardım.
21’in hayatımdaki özel yeri sağlamlaştı. Alışkanlıkları dönüştürmek için gereken bilimsel süre olan 21 tekrar, yani 21 gün felsefesini yıllardır zayıflama kamplarımda, seminerlerimde, kitaplarımda ve mesajlarımda yayıyorum. Nepal’de kaldığım süre de, koştuğum mesafe de 21 gün oldu!
Everest’e kadar gitmişken ve öylesine bir deneyim yaşamışken her anını filme aldık ve muhteşem gerçek görüntülerle bir belgesel filmi hazırlanıyor.
İlkleri başarmak herkese heyecan verir. Everest’te yaşadıklarımı düşündükçe hala gözlerim parlıyor. Hala nasıl yaptığıma inanamıyorum. Çok zordu.
Bir insanın gerçekten istediği bir şey için evrenin ona yollar açtığını ve çabalarsa her şeyi başarabileceğini anladım.